Sokak lambası kısa süreliğine tereddüt etse de yanmaya karar vermiş olacak ki karşımda oturan adamın yüzünün yarısına turuncu ışık düştü.O zaman hatırladım,karanlıkta kibriti çakıp yüzüne bakardım.O anın fotoğrafını çekerdi hafızam,sonra onu istediğim yere koyar izlerdim.Bazen dalgakıranın en ucuna,bazen akıp giden nehre.En güzel neresi ise oraya..Sararmış yapraklara güneş düşerdi,saçlarını görürdüm.
Memurların işten eve doğru yola koyulduğu,aylakların evden dışarı çıktığı saatler.Köşedeki masada beyaz takım elbisesiyle tek başına bir İstanbul efendisi oturur.Tabağındaki peynirden ufak bir parçayı alır,ağzına götürür.Saçlarını düzeltir,etrafına bakar ve düşlemeye devam eder.Karısı birkaç ay önce ölmüştür ama o yine her sabah kahvaltı hazırlar,parklarda gezer,kuşları seyreder uzun uzun.Bugün gelip bu masada rakısını yudumladığına göre kabullenmiştir artık bu ölümü.Şef garson yirmi sekiz numaralı masayı toplar,mutfağa doğru götürürken şişenin dibinde kalan şarabı kafasına diker.Şimdi müşterilere karşı daha naziktir.Kalabalık masadaki kadın bir kahkaha patlatır.Bu kahkaha,iyi gelirli bir kocaya sahip olmanın verdiği haklı gururu içinde barındırır.İki eski solcu,yeni yayınlanan bildiri üzerinde hararetli bir tartışmaya girerler.Ve kalan son dolu masada,hikaye bittiğinde artık kimseyi ilgilendirmeyecek bir adam oturur.Yüzünde iyileşmemiş yara izleri vardır nedense.Otobüs şirketleri fazla yük almayı kabul etmediği için tek bavulla gelmiştir buralara,bir zamanlar dünyasını sığdırdığı odayı ardında bırakarak -yaşanmışlıklar dahil-.Fakat bu adamın onu herkesten ayıran bir derdi vardır ya da yoktur.Varlığı yokluğu düşündürür.Ah bir olsa..Olsalar,yapılacaklar...Adam adisyonu ters çevirir,hesabını yapmaya başlar.Şimdi o otobüse bileti olsa,atlayıp gider mi?Gider.